Platon Aydın Mı, Kavram Tartışmaları

Aslında, hemen hemen her kavramda olduğu gibi, Türkiye’de ve dünya genelinde birçok kavram tartışılmakta, çoğu zaman da bu kavramların anlamları, bilinçli ya da bilinçsiz olarak  ya çarpıtılmakta  ya içeriği boşaltılmakta ya da yozlaştırılmaktadır… Bu cümleyi kurarken dahi kullandığım kavramlarda, kelimelerde  kastedilen içerik anlaşılamazsa, tek tek tüm kavramları açıklamak zorunda kalırız… Nitekim  öyle görünüyor ki; bu blogda zaman zaman çeşitli yazılarda yapıldığı gibi, ayrıca kavram çalışmalarına yer verilmesi zorunluluk haline gelmekte…
Geçen yazıda faşizmin (özne-nesnelerinin) özellikle kavram çarpıtmalarında, yozlaştırmalarında “üstat” olduğunu belirtmiştim… Burada elbette her kavram çarpılmasından etkilenenin faşizm ile alakalı olduğunu söylemiyorum  ancak faşizmin kavram çarpılmalarından beslendiğini belirtiyorum… Bu noktada faşizmin işi kolaydır çünkü “delinin bir kuyuya taş sallaması” oldukça kolay iken  “bin akıllı”nın bu taşı çıkarması  nispeten oldukça zordur… Konumuza da gönderme yaparsak, günümüzde “aydın”ların işi zordur!..
Günümüzde  Türkçedeki “aydın” kavramına yüklediğimiz veya yüklemek istediğimiz (!) anlam, maalesef, yabancı dillerde tam karşılığı bulunmayan bir anlamdır… Kaba bir Türk dilciliği yapmak istemem  ancak tezim şudur ki; Türkçe dünyadaki en duru, en sade, pratik kullanıma elverişli ve anlam derinliği yüksek bir dildir (veya dillerden biridir.) Türkçe, hemen her alanda kullanılabilir ve bu alanlarda “doruk” noktalarını da temsil edebilir. (Bakmayın bazılarının Türkçede bilim, felsefe, sanat, edebiyat vb. yapılamaz dediklerine.)
Aydın kelimesi  batıdaki “intellect” kelimesinden biraz daha derin bir anlam taşır. “Intellect” kelimesi daha çok “zeki, akıllı, kültürlü, bilgi sahibi, zihin gücü yüksek” vb. anlamların karşılığıdır. Dolayısıyla  bu özelliklerin herhangi birine veya hepsine sahip olan birine “entelektüel” denilebilir… Oysaki Türkçede (en azından bizim olmasını istediğimiz manada) “aydın” ; tüm bu özelliklere ek olarak  bir halkı, “hak”ı, haklıyı savunma ve bu bağlamda devrimci olma özelliklerine sahip kişileri kastetmektedir… Yani  bir kişi ne kadar zeki, akıllı, kültürlü, zihin gücü yüksek, donanımlı olursa olsun  eğer ki haktan, hukuktan, adaletten, doğrudan yana “devrimci” bir tavır koymuyorsa  “aydın” değildir!.. Yukarıda da değindiğimiz gibi  bu cümleleri kurarken dahi kullandığımız kelimeler ve anlamları, kişiler tarafından kavranılamıyorsa, bir noktada, tüm konuşmalarımız güme gitmektedir!.. Burada  kimileri “devrimci” kelimesine takacaklardır; bu nedenle  zaten bu kelime tırnak içine alınmıştır… Mesele çok dallanıp budaklanacaktır. (Kuyudan taş çıkarmak!)
Yani; bir entelektüelin aydın olabilmesi için  edindiği tüm kavram bilgilerinin, değerlerinin “hak”tan, “haklı”dan, “halk”tan yana unsurlarla bezeli olması gerekli ve hatta bu değerler uğrunda tavır koyması ve mücadele etmesi gereklidir…
Aydınlanma kelimesi  batıda “illumination” kelimesi ile de ilişkilenmiştir… Araplarda “nur”, “ışık” ve “aydınlanma” ile ilişkilidir… Daha önceki yazılarda belirttiğimiz gibi  bir kişinin, zümrenin, grubun kendini çeşitli ön-adlarla tanımlaması  onların doğrudan, gerçekte, o kullanılan kelimenin esas anlamında kastedilen değerler doğrultusunda eylemde, tavırda bulundukları anlamına gelmez!.. Gerçekler ile söylemler birbirinden farklı olabilir! Örneğin batıda kendilerine “illuminati” diyenler, doğuda “nur” sahibi olduklarını iddia edenler çok farklı değer anlayışlarına, bilgi anlayışlarına, inançlara sahip olabilirler… Oysaki  Türkçede kastedilen “aydın” anlamını yukarıda açıklamıştık… Bu noktada  kavram ve kelimelerin esas anlamları konusunda yeterince araştırma yapmayan; tarihsel, kültürel, felsefi, bilimsel vb. açılardan donanımlı olmayan kişiler kafa karışıklıklarına düşeceklerdir…
Bir aydınlanma dönemi düşünürü olan Kant: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.” ve devamında aydınlara “Aklını kendin kullanma cesareti göster!” demiştir… “Aydın” aslında ilk olarak, “aklını” kendi kullanma cesareti gösteren kişidir!.. Bu masum cümle aslında o kadar önemlidir ki, her kelimenin altını tek tek çizmek gerekir… Aklını, kendin, kullanma cesareti…
Colligwood’a göre aydınlanmadan, “insan yaşamı ile düşüncesinin her yanını laikleştirme çabası” anlaşılır… Collingwood, aydınlanma dönemi anlayışına uygun olarak bir “laiklik” vurgusu yapmakta… Bu bağlamda  Türkiye’deki duruma bakarsak; büyük önder Atatürk’ün gerçekleştirmeye çalıştığı devrimlerin aydınlanma temelli olduğunu söyleyebiliriz ve buna hiçkimsenin itirazı olabileceğini düşünmüyorum… Hatta Atatürk, birtakım sözde “aydın”ların ağızlarında laf gevelemelerine zıt bir şekilde  düşüncelerini bizzat hayata geçirmeye çalışmış bir kişidir… Atatürk’ün bu dileğini ne kadar gerçekleştirebildiği veya başarılı olduğu konusu  onun kişiliği ve eylemlerinden öte, biraz da insanların onu ne kadar anlayabildiği, devrimlerini ne ölçüde devam ettirebildiği ve diğer tarihsel etkenlerin olaylardaki rolü ile ilgilidir…
Tüm aydınlanma düşünürleri  tarihin gidişatı konusunda iyimser veya ilerlemeci değildir. Örneğin Rousseau’ya göre tarihin gidişinde bir yükselme değil  bir gerileme, alçalma görülmektedir… Günümüzün çeşitli post-modern, nihilist, varoluşçu görüşleri de bu bağlamda aydınlanma, modernite görüşlerinin sahip olduğu iyimserlik ve inanca sahip değillerdir… Fakat bu durum da yeni değildir… Antik dönemin Platon ve Aristoteles’i de benzer şekilde  devlet yönetim şekilleri konusunda benzer kötümserlikleri taşırlar… (Demokrasinin en iyi yönetim şekli olduğu iddiasına şüpheci, eleştirel görüşleri)
Sadık Usta, odatv.com/platon-aydin-mi-1803171200.html, adresindeki yazısına “Platon Aydın Mı?” diyerek başlamış… Bu başlık ile, Platon’un aydın olmadığını savunacakmış izlenimi verdiği yazısında  Platon’un “aydın” olduğunu söylemekte… Ancak kendinin de belirttiği gibi  batı dillerindeki “intellectual” ile aydın kavramını eş kabul etmiş… Yukarıda  bu konudaki farklı görüşlerimiz belirtildi;  Türkçedeki “aydın”ın zaten “devrimcilik” özelliğine sahip olduğu yönünde… Bu anlamda Platon, Sokrates veya Aristoteles devrimci miydi?.. Evet!, çağının koşulları gözönünde bulundurulursa (M.Ö. 400’ler) göreceli de olsa evet!.. Düşünün ki, neredeyse tüm dünyada kölelik, çok tanrılı, pagan inançlar, çeşitli biçimlerde sömürü düzeni hakim (tek tanrıcılık vurgusu hariç, günümüzde de çok farklı değil…) akıl, felsefe ve etik anlayışlar bir insan etkinliği olarak, hem de sistematik olarak ele alınmaya başlanıyor bu düşünürler sayesinde… Bu durum, düşünsel, zihinsel, bir insan etkinliği olarak felsefe yapmak bağlamında, “devrim” değil de nedir?.. Devrimden  illa ki, pratik manada  bir toplumsal yönetim biçimini zor kullanarak değiştirmek mi anlaşılıyor?.. Düşünsel, toplumsal, tarihsel altyapılar oluşmadan devrim yapmak mümkün müdür?..
Sadık Usta, Sokrates ve onun öğrenci silsilesinin tamamını aynı kategoriye koyarak  tümünü gerici ve de “aydın” kabul etmekte?.. Entelektüel anlamda “aydın” oldukları konusundaki tespiti haklıdır… Oysa bu kişiler  gerçek anlamda da aydındırlar… çünkü savundukları düşünceler, üst düzey  zihinsel bir insan etkinliği olarak “felsefe”nin kurulması manasında,  aynı zamanda  devrimcidir… Örneğin mantığın, etiğin, epistemolojinin, metafiziğin sistematik olarak kuruluşunu -iyi veya kötü- bu düşünürlere borçluyuz!..
Aynı yazıdaki bazı çelişkilere değinelim, çıkarım hatalarına değinelim:
“Platon ne aklı kutsuyordu, ne ilericiydi ne de sorgulamaktan yanaydı… “:
*** Evet doğru, Platon kendince, yüksek idealar dışında hiçbir şeyi kutsamıyordu… ancak Platon sonuna kadar akılcıydı!.. Yani  kurduğu idealar, tümeller anlayışını “akıl” ile kurmuştu… Kendince yüksek, esas “bilgi” dediği “episteme”yi insan ancak akıl yoluyla elde edebilirdi!.. Bırakın “episteme”yi, etik alanında dahi Platon, etik değerlerin akıl yolu ile kavranabileceğini savunuyordu… Sorgulamadan yana olmaması iddiası ise ancak komik olabilir!.. Platon diyaloglarında  o çağ için, en yüksek düzeyde sorgulama, akıl yürütme örneklerinin verildiğini kim inkar edebilir!.. Platon, evet Sokrates’in öğrencisiydi, Platon’un hocasını ne kadar anladığı, hocasının diyalektik yöntemini ne kadar kavradığı ayrı bir tartışma konusudur… Ayrıca belirtelim ki, mantık ve metafizik alanlarının doğrudan kurucusu ne Platon ne de Sokrates’tir… Onların ardılı olan Aristoteles’tir… Nitekim  Aristoteles’in kurduğu, kurmaya çalıştığı (?) mantık disiplini, Platon ve Sokrates’in esas yöntemi olan “diyalektik” ten epeyce uzaklaşmış ve kendi içinde eksik ve kusurları olan bir disiplindir… (bu konu ayrıca tartışılır.) Yani, topluca tüm Sokrates ardıllarını aynı kefeye koymak ve bir de “gerici” olarak etiketlemek basit indirgemelere dayanan bir görüştür!..
“MÖ 5. yüzyılda Sparta gericiliğin, Atina ise her ne kadar köleci sistemden vazgeçmese de tarihsel açıdan demokrasinin ve ilericiliğin merkeziydi.”:
*** Evet, daha önce belirtildiği gibi  o çağda kölecilik hemen her yerde bulunmaktaydı… Yazarın iddiasına göre  “demokrasi ve ilericilik (?) ” merkezi Atina’da, kendisinin sistemin savunucuları arasına koyduğu (?) Sokrates, “tanrılara itaatsizlik ve gençliği yoldan çıkardığı suçlamasıyla idama mahkum edilmişti.” Her taraf çelişki… Köleci de olsa “demokratik” ve “ilerici” olan Atina, yani Atina yöneticileri, gerici olan Sokrates’i idama mahkum ediyor!?.. Burada, ya Atina hakimleri “devrimci”dir ya da Sokrates… Diğer bir ihtimal de (?) Sokrates “gerici” bir “devrimci” idi… (saçma cümleler kurmak zorunda kalıyoruz!) Yani “ilerici” “devrimci” olan Atina yönetimi, “gerici” “devrimci” olan Sokrates’i idama mahkum ediyor?.. Demek ki olay bu şekilde değil!.. Nitekim Sokrates’in suçları; “gençliği yoldan çıkarma” ve “tanrılara itaatsizlik”… Bu suçlardaki “gericiliği” samanlıkta aramak gerek…
“Sokrates, Atina’nın en gerici felsefi akımın temsilcisiydi. Amacı Batı Anadolu’da boy vermiş materyalist ve atomcu felsefeyi yerle bir etmekti.”:
Sokrates’in “gerici”, hem de en “gerici” olduğunu hiç düşünmüyorum… Evet, “materyalist” ve “atomcu” felsefeyi, düşünceleri yerle bir etmek isteyebilir; fakat bu durumu, üst düzey bir düşünme etkinliği olan felsefe bağlamında düşünürsek, felsefi bir etkinlik olarak bu gayet normal bir şeydir!.. Ontolojik (varoluşsal) açıdan köken (arkhe) sorununa verilen cevaplar materyalist ya da idealist olabilir… Bu tamamen ontolojik bir temellendirme ve metafizik bir görüş tercihidir… Oysaki  siyaset bilimi alanına giren “gericilik” incelemesi “etik” bir değerlendirmenin devamıdır…
Sokrates, hayatı boyunca edindiği bilgilerin (her ne kadar kendisi bunları temellendirme uğruna mücadele etmişse de) göreceliliği nedeniyle, “bilmediğini”  ifade etmiştir… Bu ifade edişi felsefi, etik olarak değerlendirirsek birçok sonuçlara ulaşabiliriz!.. Ayrıca kendisi  belki de bilinçli bir tercih olarak, yazılı bir eser bırakmamıştır… Onun görüşlerini  ancak Platon’un verdiği şekilde tanıma şansına sahibiz… Ancak, yaşadığı dönemdeki sofistleri eleştirdiğini, onlara karşıt bir şekilde, bilginin, etik değerlerin göreceli olmayabileceğini temellendirme gayreti içinde olduğunu biliyoruz… Tüm bu çabalarına rağmen  ironik bir şekilde kendi “bilmeyişini” ifade etmesi üzerine ayrıca bir araştırma yapmak gereklidir!.. Sokrates gibi döneminin en bilgili hatta en “bilge” kişisi olarak kabul edilen bir kişinin “bir şey bilmediğini” söylemesini, çağının ve çağımızın sözde çok bilmiş kişilerini, yüksek bir öngörüyle o dönemde görebilmiş ve bu türden kişilere nispet edercesine (veya kinaye yaparak…) söylemiş olabileceğini neden düşünemiyoruz acaba?..  Değilse bu sözlerden  hiçbir şeyin bilinemeyeceğini (şüphecilik ve belli bağlamlarda agnostisizm…), temellendirilemeyeceğini (bilgelik sevgisi veya yolu olan felsefenin ruhuna aykırıdır!) kastettiğini düşünmek ancak  Sokrates’i anlayamamak, tanıyamamak, aynı zamanda felsefi düşünmenin ruhunu da anlayamamak ile açıklanabilir!.. Sokrates’in söylemine neden olan; gelecekteki, kendinden sonraki felsefecilerin durumları hakkındaki kötümser öngörüsünü (!)  haklı çıkarmanın anlamı yoktur!..
“Thales, Anaksagoras, Empedokles, Leukippos ve Demokrit’ten oluşan ilerici, akılcı ve maddeci bilim adamlarının ve filozofların en azılı düşmanı Sokrates’ti.”:
*** Sadık Usta’ya naçizane önerim, tüm bu bahsettiği düşünürleri biraz daha ayrıntılı olarak değerlendirmesidir!..
İçlerinden belki de bir tek Demokritus’un “atom” görüşü günümüz  çağdaş biliminde geçen “atom” kelimesi nedeniyle  kayda değer bir öngörü olarak kabul edilebilir… Nitekim günümüz modern “atom” görüşü çok ileri düzeydedir, ki bu  gayet normaldir… Yine dönemine göre, bu düşünürlerin  en azından zihinsel bir insan etkinliği olarak felsefi anlamda bir ilerleme kaydettiklerini elbette söyleyebiliriz… Her biri özellikle günümüz “atom”, “element” kavramları temelinde eleştirilmektedir (ki bu da gayet normaldir.)  Ancak, bu kişileri etraflıca değerlendirebilmek için, bu kişilerin ontolojik, etik, epistemik görüşlerini de ele almamız gereklidir!.. Demokritus’un ontolojik olarak “atom” temellendirmesi taktire şayandır ancak bu durum; “materyalizmin” mutlak, dogmatik bir şekilde tek doğru, esas gerçeklik, hakikat olduğunu kabul etmemizi zorunlu kılmaz!.. Yani sorun bir çeşit metafizik tercih, anlayış, temellendirme sorunudur!.. Bazıları kabul etse de etmese de, “materyalizm” de sonuç itibariyle “metafizik” bir temellendirmeye dayalı bir görüştür!.. Aksini iddia etmek ancak dogmatik bir dayatma demektir!.. Demokritus’un ontolojik temellendirme yaklaşımı; varoluşu tanımlama bakımından (kişisel olarak köken sorununa tatmin edici cevap verdiğini düşünmesem de…) taktire şayan ise de;  kendisinin bütüncül bir profilini çıkarma amacıyla  etik ve siyasi görüşleri de incelenirse, hiç de hoş olmayabilecek verilerle karşılaşılabilir ve bu durum Demokritus hayranlarında hayal kırıklıkları yaratabilir!..
“Sokrates ve tabii ki öğrenicisi Platon halktan nefret ediyorlardı. Demokrasiyi ise insanın başına gelebilecek en büyük kötülük olarak görüyorlardı. Onlara göre toplumları yöneten ahlaki ilkeler tanrının eseriydi ve bu ahlaki ilkeler ancak soylu bir sınıfın (aristokrat) şahsında vücut bulabilirdi.”:
*** Sadece, acaba (???) demekle yetinmek isterdim… “halktan nefret etmek”?.. İnsan sorar;  “Sokrates ya da Platon’un asker arkadaşı mıydın?”  diye… Nefret edip etmemeyi, sevip sevmemeyi zihin veya insan felsefesi bağlamında elbette inceleyebiliriz… ancak duygusal yaklaşım türleri olan “sevgi veya nefreti”  duygusal bir yaklaşımla, bir düşünürün felsefi, metafizik görüşlerini eleştiri bağlamında kullanmak, çok savunulan (?) akıl ve mantık kurallarına aykırıdır!.. Yani  herhangi bir felsefi, siyasi, etik görüş veya bunları savunan kişi eleştirilirken  düşünceler, önermeler, metafizik dizgeler ve bunların kendi içerik ve bağlamları arasındaki ilişkiler, tutarlılık veya tutarsızlıklar vb. eleştirilmelidir; eleştiriler karşıt önermeler, tezler, çıkarımlar ve bunların temellendirilmeleriyle çürütülmelidir!.. Değilse; “A kişisi B’den, B’lerden nefret ediyordu, bu yüzden de bu kişinin X görüşü yanlıştır” gibi bir söylem veya çıkarım, düşünme hataları bir yana, basit bir tartışma yöntemidir!..
Demokrasiyi en büyük “kötülük” (aslında en kötü yönetim biçimi) olarak görmeleri konusu elbette tartışılır!
“Tanrının eseri” olması konusu ise; bir kere, ateizmle suçlanan Sokrates’in, nasıl aynı zamanda ahlaki ilkeleri tanrıya dayandırabildiği çelişkisini  yazar açıklamalıdır! Sokrates’in yazılı eseri olmadığını biliyoruz… Platon’a gelirsek, onun günümüzde bilinen anlamıyla tek tanrıcı bir görüşe sahip olduğu konusu şüphelidir!.. Nitekim “idealar”, “tümeller” görüşü bir tek tanrı ile bağdaşmayacak niteliktedir! Yaşadığı dönemi de düşünürsek;  daha henüz, tek tanrıcı görüşlerin hakim olmadığını bilmekteyiz, özellikle de çok tanrılı, pagan, mitolojik özellikler taşıyan inançlara sahip antik kent devletleri döneminde… Çok savunulan Milet’li veya Elea’lı düşünürlerin görüşleri de iyice incelenirse; adına doğrudan “tanrı” veya “Allah” demeseler de  bazılarının “nous”, “akıl”, “evrensel ilke”, “varlık”,”su, hava, ateş, toprak…” ve benzeri adlarla kavramsallaştırdıkları şeylerin, günümüzün “tanrı” kavramsallaştırmalarından çok farklı olmadıklarını;  en azından, başlangıçsız-sonsuz olma, düzen kurma, her şeyi bilme, cezalandırma ve benzeri nitelikler bakımından birçok ortak özellikler taşıdığını görmekteyiz!.. Dolayısıyla, tarihsel olarak  tek tanrıcılığa giden yolda, tüm bu ve benzeri görüşlerin birer etken veya ara basamak olduğunu söylemek, sanırım çok büyük hata olmayacaktır!.. Eğer tek tanrıcılık var ise  tarihsel olarak bu durumun köklerini tüm insanlık (düşünsel, kültürel, sosyolojik) tarihinde aramak gereklidir!..
Platon’un görüşlerinin  yanlış biçimlerde evrilerek, özellikle yeni-platonculuk vasıtasıyla; özellikle hristiyan ortaçağında tek-tanrıcılığa dönüştüğünü  ve bu tek tanrıcılığın temellendirilmesinde felsefi bir araç olarak kullanıldığını bilmekteyiz!.. Tüm bunlardan Platon’u sorumlu tutmak, günah keçisi ilan etmek haksız ve temelsiz bir iddiadır!.. Aristoteles’i belirli ölçülerde de olsa bu sorumluluğa ortak etmek mümkün olabilir… Özellikle kurduğu, kurmaya çalıştığı mantık disiplini ve metafizik temelinde… Yani, tarih bir şekilde, Aristoteles görüşlerine, taraftarlarına “yürü ya kulum” demiştir diyebiliriz!..
Platon’a dönersek;  Platon, hiçbir zaman “soylu” bir sınıfı kastederek yönetimin onlara verilmesini önermemiştir! Dediği; “bilge” insanların toplum yönetiminde söz sahibi olmaları gerektiğidir! Bu noktada onun “bilgelik”ten ne anladığına bakmak gereklidir… Soya sopa, kan bağlarına dayalı bir bilgeliği Platon’un savunduğunu söylemek, ona karşı en temelsiz biçimde yapılmış bir hakaret olabilir!.. Elbette, Platon’un metafiziği, etiği eleştirilebilir… Özellikle son dönemlerinde  birçok görüşünde, ilk dönemine kıyasla dönüşler yaşadığını söyleyebiliriz; ancak haksız eleştiriler yapmamalıyız…
Yukarıdakilere benzer daha birçok konuda yazara eleştirilerimiz bulunmakla birlikte  yazıyı çok fazla uzatmamak için sonuç kısmına gelelim.
“Onlar gerici projeler savundukları için de aydındırlar, çünkü ideoloji üretmektedirler.”:
*** Herhangi bir ideolojiyi üreten, sırf ideoloji ürettiği için “aydın” sayılamaz!..
Açık ve seçik olarak belirtelim ki; “gerici” projeleri savunanlar, kendilerine hangi adı, etiketi takarlarsa taksınlar  ( Türkçe) “aydın” değildirler!.. Entelektüel olabilirler ama aydın değildirler!.. Aydın olmak;  “hak”tan, halktan, “adalet”ten, “doğru”dan, “özgürlük”ten yana “devrimci” bir tavır koymaktan ibarettir…

Bu yazı epistemoloji, etik, felsefi eleştiriler, metafizik, siyaset felsefesi içinde yayınlandı ve , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.